14 Mayıs 2013 Salı

HİÇ YERİNE KOYAMAYACAĞIN BİR ŞEYİ KAYBETTİN Mİ?



Batı Şeria’da, bir mülteci kampında, savaşın ortasına doğacak çocukları dünyaya getirmek için uğraşan İsrailli bir kadın doğum uzmanı, sınırın iki tarafındaki hayatları birleştirmeye çalışan, her iki tarafa da yabancı olduğunu anlayan bir doktor…

Fatma Şişli/Dosdoğru Haber
Bu haber 16 Nisan 2013'te Dosdoğru Haber'de yayımlanmıştır.

32. İstanbul Film Festivali’ne konuk olan birçok film geçtiğimiz hafta sonu sinema severlere veda etti. Festivalin gözde filmleri arasında bulunan, belgeselleri ile tanınan Fransız sinemacı Anaïs Barbeau-Lavalette’nin senaryosunu yazdığı ve yönettiği Inch’Allah filmi ise sahneleri ve can alıcı replikleriyle izleyenlerin dikkatini çeken yapımlardan biri idi.
Panorama özel mansiyon ödülü ve Fipresci Ödülü’ne layık görülen Lavalette’nin ikinci uzun metrajlı işi olan filmin başrolünde ise en son Cafe de Flore filminde izlediğimiz Evelyne Brochu (Chloe) yer alıyor.
Chloe Kanadalı genç bir doktor. Batı Şeria’daki bir Filistin mülteci kampında geçici bir klinikte kadın doğum uzmanı olarak çalışan Chloe’nun, sınırın her iki tarafında da tanıdıklarının olması bir türlü kendini bir yere ait hissedememesine sebep oluyor. Gündüzleri Filistin’de, akşamları ise Kudüs’te İsrailli bir asker olan kapı komşusu Ava ile birlikte geçmektedir. Yaşadığı çelişkilerle Chloe, her gün iki kent arasındaki kontrol noktalarında gidip gelir ve hamile mülteci kadınları muayene eder. Bu arada Rand adındaki hastalarından biriyle arkadaş olur. Ailesiyle tanıştıktan sonra işgal altındaki yaşam bölgelerinde hayatın nasıl aktığına da şahit olacaktır. Her gün uçurumun iki farklı yanını gören Chloe, birbirlerine düşman arkadaşları arasında köprü kurmaya çalışsa da her iki tarafa da aslında yabancı olduğunu fark edecektir.
Başında kipasıyla salınarak çarşıda yürüyen bir erkek çocuğu kuş kafesinin yanına gelip, güvercinlere bakarken ekran bir anda kararıyor. Ve patlama sesiyle izleyici Inch’Allah filmine başlıyor.
Filistinli bir çocuk İsrailli askerlerin uyarısını dinlemeyip, onların üzerlerine yürüyor. Nefretini kusan bu çocuk karşısında hızını alamayan askerler arabanın altında kalan çocuğun üzerinden geçiyor diğer çocukların önünde. Masum bir çocuğun gözleri önünde katledilmesiyle, savaşın içerisine doğacak olan çocuklar için mücadele eden Chloe’nun yaşadığı ikilem iyice ortaya çıkıyor. İsrail kontrol noktasında asker olan arkadaşı Ava’ya “Siz İsrailliler için sadece bir çocuk değil mi!” diyerek tepkisini gösteriyor. Bu işlere kendini fazla kaptırdığını düşünen mesai arkadaşına karşı da “Ayakkabıma kanı bulaştı.” diyerek nasıl sessiz kalabildiklerini sorguluyor.
Film uç noktalara çok fazla dokunmadan, sınırın iki tarafında da yaşayan bir kadının gözünden savaşı yansıtıyor. Görselliği, müzikleri ve can alıcı replikleri izleyici üzerindeki etkileyiciliğini arttırıyor. Süpermen kıyafeti giymiş ‘ufak taşlarla’ oynayan Filistinli bir çocuk, hamile bir kadının hastaneyi aramaya gelen askerlere karnındaki çocuğu göstererek “Bunu da arayacak mısın? Silahı var bak!” diye seslenmesi etkileyici sahnelerden bazıları idi.
Gece olunca her iki şehirde de hayat başka bir hal alıyor. Karşımıza Batı Şeria’nın arka sokaklarında gitar çalıp, şarkı söyleyen iki genç çıkıyor. Bu sahne Gönül Yarası filmindeki “Bu şarkıda ağlamak için Kürtçe bilmeye gerek mi vardır?” repliğini akıllara getiriyor. Şarkıyı söyleyen Filistinli kadın o kadar içten söylüyor ki o dili bilmeseniz de içindeki acıyı hissedebiliyorsunuz.
Filmin can alıcı repliklerinden birisi ise ateş başında mısır pişiren çocuklar arasında geçiyor. Ateşte pişen mısırın yanmasıyla çocuklardan biri diğerine “yandı” diye sesleniyor. Diğeri ise “Olsun ben yanık severim, evlere ateş açan adamlar gibi!” diyerek İsrail zulmünün derecesini akıllara getiriyor.
İsrailli arkadaşı Ava, Chloe’nun Filistin tarafındaki duruma kafayı çok taktığını düşündüğü için “ Its not your war ( bu senin savaşın değil)” Diyor. İnch’Allah, bu sahneyle de aktivist tarafını koruyarak duyarsızlığa karşı savaş açıyor.
Film canlı bomba gerçeğine de değiniyor. Ve bu canlı bomba karşımıza Chloe’nun hastası Rand olarak çıkıyor. İsrailli askerler yolu kapattıkları için hastaneye ulaşamayıp, bebeğini kaybeden Rand canlı bomba olup sınırın öte tarafına geçerken izleyiciye şöyle sesleniyor; “Bu benim hikâyem, herkese anlatın. Ben duvar değilim, taş değilim. Görünmeden yaşamaktansa, bilinerek ölmeyi tercih ederim.”
İnch’Allah birçok farklı konuyu ele almaktansa kişiler üzerinden gidip bir canlı bombanın, İsrailli bir askerin, bir erkeğin, bir annenin, çocuğun ve bir doktorun gözünden bu savaşın izlerini seyircisine ulaştırıyor. Ve savaş psikolojisinin insanları olduğundan çok farklı bir yere, hiç olmak istemeyeceği bir noktaya sürükleyebileceğini hatırlatıyor. Rand’ın canlı bomba, Ava’nın da kontrol noktasında asker olmak istemediği gibi… Senaryosu, görselliği, insan haklarına dair verdiği mesajlar, sivrilmeden konuyu ele almaya çalışması ve en önemlisi taraf olma durumunu abartmadan bu meselenin bir ucundan tutup beyaz perdeye aktarması ile izlenilmesi gereken filmler arasında.
Son olarak, Rand’ın ağabeyi Faysal’ın sınırın iki tarafındaki insanlar arasında köprü olmaya çalışan Chloe’ya da dediği gibi insan yerine koyamayacağı bir şeyi kaybetmeden bir diğerini tam olarak anlayamıyor.

15 Nisan 2013 Pazartesi

İSLAMİYET YERİNE TÜRKLÜK DİNİ


Her Türk okusun! Mottosuyla 1934 yılında basılan Milli Din Duygusu ve Öz Türk dini kitabı, Derin Tarih dergisinin dosyasıyla yeniden gündeme geldi. Kitapta, İslamiyet’e hakaretler yağdırılırken, Türklere özgü yeni bir din anlayışı kurulması gerektiği anlatılıyor. Bu kitabı incelerken, o yıllara ait bir projenin kodlarını görmek mümkün.
Fatma Şişli/ Bu haber 13 Nisan 2013'te Dosdoğru Haber'de yayınlanmıştır.


Derin Tarih dergisi bu ayki sayısında, Cumhuriyet’in 11. Yılında basılmış fakat apar topar toplattırılarak imha edilen kayıp kitabın tıpkıbasımını okuyucuları ile buluşturuyor.
Milli Din Duygusu ve Öz Türk dini adlı kitabın içerisindekiler okuyanların kanını donduracak cinsten. İslam dini yerine ‘milli din’ adı altında yeni bir din geliştiren kitabın yazarı A. İbrahim dinin darbe yediği, üst üste din projelerinin üretildiği o dönemde halkın kafasını karıştırmak için yeni bir proje öne sürüyor. Belki de üzerinde düşünülen bir projeyi pervasız bir şekilde gözler önüne seriyor.
Yazar, Peygamberin Yaratıcı ile insanlar arasında elçi ve aracı olmasını anormal buluyor ve en ağır ithamlardan birini şu cümleyle yapıyor; “ ‘Kuran’a Allah kelamı değildir.’ Demekle dinsiz olmayız.”
Aşağıdaki cümleler ise yazarın asıl niyetini ele verecek cinsten:
“İslamiyet dini, bugünkü ve yarınki Türkiye’nin milliyet prensiplerine tamamen muhaliftir. Memleketimizde Arap kültürü sönmeye ve milli hisler kabarmaya başladığı için, İslamiyet de sönmeye yüz tutmuştur.”
Her Türk okusun! Mottosuyla 1934 yılında basılan bu kitapta bakın yazar Türk milletine yeni dinlerini nasıl tanıtıyor:
“Bu din Allah, Allah Kelamı, Peygamber, Melek, Şeytan, Cennet, Cehennem gibi mevhumata ( vehmedilen şeylere) dayanamayacaktır.”
Kitapta nasıl yeni bir din kurulması çabası içinde bulunulduğunu ele veren, saklı niyetleri deşifre eden çok sayıda yorum ve iddia mevcut.
Mesela, Allah’ın varlığını, Peygamberleri, Kitapları eleştirmekte, bu yeni dinin mihrabının Sakarya’ya çevirmeyi teklif etmekte, hatta namazı ‘kürsülerde’ oturarak kılmak gerektiğini ileri sürmekte.
“Milli din fikri o noktaya kadar gitmektedir ki, vatanımıza saldıranlara karşı Mehmetçik ‘Allah Allah’ diye değil, ‘Vatan Vatan’ diye çığıracaktır.”
Bakanlar Kurulunca yasaklanan ve bu yasaklama kararının altında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü’nün de imzalarının bulunduğu bu kitapta bir zamanlar düşünülmüş olması bile korku veren fikirler sunuluyor.
VAHŞİ ARAP, MEDENİ HRİSTİYAN
Yazar Türk milletini etkisinden kurtarmaya çalıştığı Arapları bedevi ve vahşi olarak tanımlarken, Hristiyan cemiyetlerini medeni olarak isimlendiriyor;
“Suriye’nin yakıcı çöllerinde El cezirede Türk askerlerini zalimane katleden bedevi ve vahşi Araplar, İslam diye cennete gidecekler de, koskoca bir medeniyet sahibi olan bütün medeni Hristiyan cemiyetleri cehenneme gidecekler, bunda ne büyük bir hakikat vardır!”
TÜRK KÜLTÜRÜ DEĞİL, ARAP DİNİ
Sosyal hayat ile dinler arasında büyük uçurumlar olduğunu dile getiren A. İbrahim dinin ıslahata muhtaç olduğunu söylüyor. İslam dininin Arap dini olduğunu ve acilen kendi milli dinimiz olan Türk dinine sahip olmamız gerektiğini belirten yazar bu duygularını ise şu sözlerle dile getiriyor:
“İslamiyet dini Araplar için milli bir dindir. Fakat bizim için asla! Milliyetin ateşli cereyanı karşısında gayri milli bir din er ya da geç sönmeye mahkumdur.
Türklüğe tapmak, bütün Türk vatandaşlarına merbut olmak, Türk vatanına tapmak ne demektir bunu hiç düşündünüz mü? O kadar çalışıyoruz, çabalıyoruz, ızdırab çekiyoruz, vatan millet uğrunda ölüyoruz, bir de tutup Arapların kültürüne esir oluyoruz!”
TABİAT AHİRETİ
Yazar içerisinde yaşadığımız dünyadan başka bir âlem olduğuna inanıyor fakat bunda da kendince bir düzenleme yaparak ahiret inancını tabiat ile ilişkilendirerek okuyucuya sunuyor:
“Bir başka âlem vardır. Fakat o âlem eski dinlerin tavsif ettiği adalete mugayir efsanevi bir âlem değil akla ve mantığa yakın olan bir âlem, her halde tabiatın bizim bilmediğimiz kanunları tarafından idare olunan başka bir âlemdir. Binaenaleyh eski dinlerin tavsif ettiği şekilde bir ahiret yoktur. Ancak tabiatın kanunlarına tabi olan bir ahireti akla yakın görüyoruz.
O halde ahiretin varlığına şu şekilde inanılabilir. Bir kere insanlar adil bir Halik’ın değil tabiatın mahluku ise yani tabiat Halik ise ve ebedi ruh da var ise her halde tabiatta başka bir âlem de vardır…”
PROTESTANLIK VE İSLAM KARIŞIMI
Kafası oldukça karışık olan A. İbrahim bir yandan İslam dinini doğru bulmazken bir yandan da İslamiyet’ i övüyor ve Protestanlık ile İslam’ın reformcu dinler olduğunu öne sürüyor.
“Avrupa ve Amerika’da Pazar günleri bütün Protestanlar seve seve kiliseye giderlermiş. Bizim ise adam akıllı bir dinimiz olmadığı için hepimiz dinden ve halkla milli kaynaşmadan uzaklaşıyoruz.
Mamafih dinlerin içinde en mütekâmil din olarak Protestan ve İslamiyet dinini gösterebiliriz. Çünkü bu dinler diğer dinlere nazaran bir reform yapmış ve dinin mahiyetine uygun daha makul esaslara istinat etmiştir.”
Dinin insanları birleştirmek için önemli bir unsur olduğunun farkına varan yazar insanların bir dine inanmalarını olumsuz bulmuyor fakat kendince milli bir din oluşturmaya çalışıyor. Dinin gerekli olduğunu ise şu sözleri ile ifade ediyor; “Milli din Türk milletini ebediyete rabteden hakiki bir din olacaktır. Dinin lüzumu olmadığı kanaatinde bulunan boş kafalı adamların aklına şaşarım! Din en iyi demokrasi, ahlak ve fazilet kaynağıdır.”
CAMİLERİMİZİN BUGÜNKÜ HALİNİ ISLAH İÇİN ÖNERİLER
Yazarın camilerimizin bugünkü hali adı altında oluşturduğu maddeler ise çılgınlığının boyutunu gözler önüne serecek türden:
“Bir kere camilerimizde kesinlikle intizam yoktur. Sıkışa sıkışa bin türlü meşakkatle ayak uçlarında secdeye varılır.
Baş açık olarak namaz kılınmasına dinen cevaz vardır. Fakat camilerimizde kimisinin başında ucu kıvrılmış şapka, arkası çevrilmiş kasket, kimisinin başında sümüklü mendil, kimisinin başında terden sararmış takkeler…
Camilere biraz da musiki girmelidir. Ruhları incelten ve kalpleri tehyiç eden hiç şüphesiz sanat, şiir ve musikidir.
Kiliselerde çarmıha çekilen bir azizin ruhsuz işaretine tapmak ne demek, camilerde beş vakit kuru kuruya yatıp kalkmak pislikleri yutmak ne demektir? Milli benliğimizi okşayan musikiler, teganniler, heyecanlı hitabetlerle ruhen cuşu huruşa gelelim. O zait, o gülünç, o kuru hareketler kalksın.”
KİTAP NEDEN TOPLATILDI?
Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini kitabını kısa bir süre içinde hükümette rahatsızlık meydana getiriyor ve daha piyasaya çıkmadan toplattırılıp imha ediliyor. Ancak neden toplattırıldığı hususu belirsizliğini koruyor. Derin Tarih dergisi bu belirsizliği iki açıdan değerlendiriyor. Bu değerlendirmeyi ise şu sözlerle ifade ediyorlar:
“Rapordaki ‘din merasimi günden güne kıymetini kaybederken, bunları yeni bir şekilde yaşatmak istemesi’ suçlaması mı sebep olmuştur kitabın toplattırılmasına yoksa kılıfa uydurulmaya çalışılan derin niyeti biraz da sakarca deşifre etmesi mi?
Hakikaten kitabın toplattırılmasında ‘Biz dini ibadetlerin ortadan kalkmasıyla uğraşırken sen onları başka formlarda da olsa diriltiyorsun.’ Gerekçesi mi yoksa yazarın, bir süredir zaten Gazi Mustafa Kemal ve Reşit Galip’in üzerinde çalışmakta oldukları dinde reform projesini üstünü pek örtmeden ve olanca açıklığıyla ifşa etmesi mi rol oynamıştır?
Bize ikinci kanaat daha akla yakın görünmektedir. Nitekim aynı sıralarda Ayasofya’da Türkçe Kur’an okutulması, ardından ibadete kapatılıp müze yapılması bu saklı niyetin adımlarının bir şekilde yoluna devam ettiğini ortaya koymaktadır.”
Kaynak: Derin Tarih Dergisi, Milli Din ve Öz Türk Dini kitabı

HOLLYWOOD'UN HAKKINDAN BOLLYWOOD GELİR


Bollywood, dev sinema endüstrisiyle Hollywood’un büyük zarar verdiği “Müslüman” imajını düzeltme gücüne sahip. Cinselliğin esiri olmadan aşk filmi çekmeyi, izleyiciyi sıkmadan sosyal mesaj vermeyi bilen kadim bir gelenek Bollywood’ta yaşanan. Hind sineması, kendi tarihini bile anlatırken Batılı sinemaya hapsolmuş modern Türk sinemasının önünde çarpıcı bir örnek olarak duruyor.
Fatma Şişli/Bu haber 21 Mart 2013'te Dosdoğru Haber'de yayınlanmıştır. 

Bollywood, dünyada Hollywood’a meydan okuyabilen tek film endüstrisi. Türkiye’de her geçen gün izleyici kitlesini arttıran Bollywood farklı tarzı ve konularıyla klişeleri alt üst ediyor.
Dünyada yıllık en çok film üretilen yer olan Hindistan’da senede ortalama çekilen film sayısı 1400’e ulaşmış durumda. Hollywood’da ise bu sayı yıllık ortalama 800 film.
Dünyanın en büyük ikinci sinema devi olan Hindistan’da filmlerin neredeyse dörtte biri Bollywood’da üretiliyor. Bollywood sadece Mumbai, Mahastra’daki film endüstrisine ait filmleri içine alıyor. Farklı etnik bölgelerden çıkan filmler Tamil, Telugu, Punjabi, Bengali sinemaları olarak adlandırılıyor. Telugu filmleri‘Tollywood’,Tamil filmleri ise ‘Kollywood’ olarak biliniyor.
1940′lar ve 1960lı yılların arası Hint sinemasının altın yılları olarak anılıyor. 1990’lı yılların sonlarında Bollywood filmleri Hindistan dışında özellikle Batı’da büyük ilgi görmeye başlıyor. Subhash Ghai’in yönettiği ve 1998 Dünya güzeli Aishwarya Rai’nin başrolünü oynadığı Taal (1999), ABD’de film listelerinde ilk 20’ye giren ilk Hint filmi oluyor.
Dünyanın en büyük ikinci stüdyosuna sahip olan Bollywood, Hollywood’un neredeyse bütün imkânlarına sahip. Hint sineması deyince akla ilk gelen isimler ise Aamir Khan, Shah Rukh Khan ve Salman Khan. Khan ailesi Hindistan’daki Müslüman ailelerden biri. Üç Khan da kendi yapımcılık şirketlerine sahip olarak oyunculuklarının yanı sıra sinema endüstrisi içinde de yerlerini alıyorlar. Erkek oyuncuların yanı sıra Karishma Kapor, Kajol ve Karina Kapoor Bollywood sinemasının en gözde kadın oyuncuları arasında.
Mr. Perfectionist Aamir Khan, The King Shah Rukh Khan
Bollywood’un Müslüman sinemacılarından Shah Rukh Khan ve Aamir Khan’ın filmleri tüm dünyada izlenme rekorları kırıyor. Sinema severler tarafından her seferinde tam puan alan Aamir ve Shah Rukh Khan yeni projeler üretmeye devam ediyor. King Khan olarak anılan Shah Rukh’un ‘My name is Khan’ isimli filmi kült filmler arasında yerini almış durumda. Filmde Amerika Birleşik Devletleri başkanına karşı “ My name is Khan. I am not a terrorist.” Sözleri hafızalara kazınmış sahne ve repliklerden.
Yönetmen, oyuncu, yapımcı olan ve mükemmeliyetçi olarak adlandırılan Aamir Khan ise Bollywood’da en çok seyredilen filmlere imza atıyor. Ülkemizde de bu durumun değişmediğini söyleyebiliriz. Khan’ın ilk kez yönetmenliği üstelendiği filmi Taare Zameen Par (Yerdeki Yıldızlar) adlı filmi İmbd’den 8.4 puan alarak en iyi 250 film arasına girdi. Aamir Khan 2008 yılında çektiği Ghajini filmi ile gişe rekoru kırdı. 1973 yılında başladığı oyunculuk serüveni 2009 yılında çektiği 3 Idiots filmi ile yükselişe geçti ve 3 Idiots ile dünya pazarında en yüksek hasılata ulaştı. Gişe kralı bir yönetmen olarak adlandırılan Aamir Khan 25 Aralık 2013’de vizyona girecek olan Dhoom serisinin 3. filmi için hazırlık yapıyor. Her filminde farklı bir karakterle kamera karşısına geçen Aamir Khan, Dhoom 3’de “sporcu ve dövmeli kötü adam” rolü ile izleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyor.
Bollywood’un farkı
Müzik ve dansın ön planda olduğu Bollywood filmlerinde, görkemli kostümler ve büyük mekanlarda çekilen sahneler karşımıza çıkıyor. Filmler genellikle iki yada üç saat sürüyor. Dans ve müziğin ön planda olduğu filmlere alışık olmayanlar için ilk başta ilginç gelse dahi bir süre sonra Bollywood sizi bu tarza alıştırıyor. Üç saat süren bu filmler izleyiciye ‘tamam şimdi bitecek’ dedirttiği anda senaryoyu bambaşka bir yere çekerek izleyicisine zamanı fark ettirmemeyi başarıyor.
Bollywood’da cinselliğe yer yok
Bollywood filmlerinin bir diğer özelliği ise cinsellik içeren sahnelere rastlamanızın neredeyse imkânsız olması. Aşk filmlerinin üstadı olan Bollywood sevgiyi cinsellikten uzak bir şekilde ustaca anlatabiliyor. Ülkemizdeki yönetmenlerin cinsellik içeren sahnelerde ‘o duyguyu vermek için burada bu sahneyi çekmemiz gerekiyordu.’ sözleri Bollywood için geçerli olmasa gerek.
Bollywood filmlerinin en belirgin özelliği ise filmlerinde sosyal mesaj vermeleri. Özellikle Aamir Khan filmlerinde bu durumu çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Örneğin, Fanaa adlı filminde Hindistan ve Pakistan arasında kalan Keşmir bölgesindeki Müslüman bir mücahidi canlandırıyor. Shah Rukh Khan’ın ‘My name is Khan’ filmi de bunlar arasında. Hollywood ve Türk sinemasından farklı olarak sıkmadan, mesaj kaygısı gütmeden, fazla uzatmadan ve tarafsız bir şekilde seyirciye mesajlarını ulaştırıyorlar. Müslüman kimlikleriyle öne çıkan Khan ailesi verdikleri mesajlarla Hollywood’un Müslümanlar için yarattığı imajı yıkabilecek güce sahip diyebiliriz. Kültürlerini ve inançlarını tüm dünyaya duyurmaktan kaçınmayan Bollywood filmleriyle Hollywood’un karşısında tüm hızıyla durmaya devam ediyor. Darısı Türk sinemasının başına!

6 Şubat 2013 Çarşamba

MERKEZ MUHAFAZAKAR GEÇİŞKENLİĞİ


1 Şubat Cuma günü, Medyasofa tarafından hazırlanan ve Ahmet Hakan Coşkun’un konuk olduğu programda, medyanın merkez – muhafazakar geçişkenliği üzerine tartışıldı. Birçok gazetecinin dinleyici olarak katıldığı programda hem Ahmet Hakan’ın deneyimleri hem de Türk medyası konuşuldu.
Fatma Şişli Dosdoğru Haber
 6 Şubat 2013

Batı medyası ve muhafazakâr – merkez Türk medyası
Türkiye’deki muhafazakâr ve merkez medyayı Batı medyası ile karşılaştırdığımızda bizde olmayan bazı artılarla karşılaşıyoruz. Ahmet Hakan bu karşılaştırmayı yaparken Batı’nın bir geleneği olduğunu fakat aşmış bir durumunun olmadığını söylüyor. Türk medyasının basın geleneğinin Batı’ya göre eksik olduğunu dile getiren Hakan, Türkiye’deki medyanın profesyonelleşememesinin sebeplerini; gelenek eksikliğine ve şeffaf olmayan, iktidara göre yapılanan medya anlayışına bağlıyor. Karşımızda yekpare, kaliteli ve sorunlarından arınmış bir medyanın olmadığını da sözlerine ekliyor.
Star Gazetesi’nden Gülcan Tezcan’ın “Medya iktidara gelmiş gibi gözükmüyor. Neden?” Sorusu üzerine Hakan medyada hala tam olarak var olunamamasının sebeplerini şöyle ifade etti;
“Birincisi şimdilerde motivasyon eksikliği var. Bizim acayip bir motivasyonumuz vardı. Her şeyi okurduk, takip ederdik. Cumhuriyet Gazetesi de okurduk. İslamcılıkla ilgili kim ne demiş, ne yazmış hepsini bilirdik. Şimdikilerde böyle bir şey yok. Her şey hazır.”
İkinci neden ise ‘kültürel hegemonya’ diyor Hakan. İnsan yetiştirme konusunda eksikliğe değinen Ahmet Hakan, bu konuya çok geç başladığımızı belirtiyor. “Karşı tarafta babaannesi Amerika’ya gitmiş, dayısı yazar, babası profesör, 3 dil bilen bir kesim var. Medyada sen bu adamla yarışamazsın. 15 tane televizyon kanalın olsa da bununla baş edemezsin.” diyen Hakan bu hegemonyanın ancak zamanla ve birkaç nesil geçtikten sonra sarsılabileceğini söylüyor.
Üçüncü nedeniyse, Erdoğan’ın Erbakan ile benzeşen medya algısına bağlıyor. Erbakan Hoca’nın kafasındaki yerle örtüşen algının fazla bağımsız olduğunu dile getiren Hakan, bu algının mesafeli bir dile izin vermediğini belirtiyor. Bu üç nedeni medyada fazla egemen olunamamasının sebebi olarak gören gazeteci, “Kültürel hegemonya yavaş yavaş yıkılacak.” diyor.
“Güç tahribata yol açar.”
İktidarın değişmesi ile medyanın değiştiğini dile getiren Hakan bu gücü tanımlarken, “Güç pis bir şeydir. Tahribata yol açar.” Diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor; “Eskiden Refah Partili müfettişlerin üzerine gidilirdi. Şimdi aynısını AK Parti yapıyor. Başka partilerin belediyelerine sataşıp duruyorlar. Güç işte böyle problemli bir şey. Şimdi onların eline geçti ve aynısını onlar yapıyor. Bizde gücün sesi nereden çıkıyorsa orada hizalanmak gibi bir hastalık var. Başörtülü görünce tüyleri diken diken olan adamlara ne oldu da makulleştiler! Bu yüzden Türkiye’de olan değişim saygıdeğer bir dönüşüm değildir. Çünkü öz eleştirisi yapılmamış, hesabı verilmemiştir. Bugün gücün yanında olanlar eski hallerinden ötürü öz eleştiri yaptı mı, hesap verdi mi ? Hayır!”
Muhafazakar medyanın ilk profesyonelleşme alanı
90’larda şimdilerde olduğu gibi adı muhafazakâr konulamayan medya organlarını anlatan Ahmet Hakan, bolca Kanal 7 örneği verdi. Hakan o dönemde Kanal 7’nin Milli Gazete’den pek farkı olmadığını, yaptığı tek şeyin mesafeli bir dil kullanabilmesi olduğunu dile getiriyor. Bu mesafeli dili ise şöyle anlatıyor; “Diğer medya organları, desteklediği kesim olan Refah Partisi ile arasına mesafe koymuyordu. Kanal 7 bu mesafeyi koruyabiliyordu. Refah Partisi’ni anlatırken diğer partiler için kullandığı sıfatları kullanıyordu. Desteklediği taraf için ekstra bir tanımlama çabası içerisine girmiyordu.” Muhafazakar medyanın ilk profesyonelleşme alanının Kanal 7 olduğunu da sözlerine ekliyor.
Kanal 7; 90’ların Roj TV’si
Çok sert bir siyasi iklimin hakim olduğu, medya üzerinden muhafazakar ve merkez gibi tanımlamalar yapmanın mümkün olmadığı o günlerde Kanal 7’nin durumunu, “Roj TV muamelesi görürdük.” sözleriyle dile getiriyor Ahmet Hakan. Birçok kez mahkemenin yolunu tuttuklarını söyleyen gazeteci, o günlerde muhafazakâr medya diye bir kavramın olmadığını söylerken, “Medya ne demekti, medya kimdi belliydi o zamanlar.” ifadelerini kullanıyor.
O belli olan medyanın ise gerektiğinde TSK’yı yeterince Atatürkçülük yapmamakla suçlayabilecek güce sahip olduğunu ifade ediyor. Ve “Bütün bu güç dengesizliği içinde Kanal 7 perspektif dışına çıkan tek hatırı sayılır kanaldı. Tüm medya kuruluşlarının aynı olduğu o dönemde biz orijinal bir tecrübeyi temsil ediyorduk. Mevcut diğer kanal STV ile birleşip bir şeyler yapmak istiyorduk fakat onlar kendi işlerine zarar gelmesin diye makul çizgide duruyorlardı.” diye ekliyor.
28 Şubat döneminde ise perspektif dışında olan medya kanalı olarak büyük sıkıntılar çektiklerini belirten Hakan, “Zamanında sol camianın en uç adamları bizim kanala gelip, dertlerini anlatıp, özgürlük demokrasi derlerdi. 28 Şubat olduktan sonra hepsi ortadan kayboldu. Perinçek bizim kanala gelip çok demokrasi, özgürlük demiştir. Fakat 28 Şubat’ta ‘başörtüsü yasaklansın devrim yasaları uygulansın’ pankartıyla eylem yaptılar.” Diyor.
“Yaşadım, bitti. Saygısızca…”
Tüm dinleyicilerin merak ettiği konular arasında tabii ki Ahmet Hakan’ın (kendisi her ne kadar mahalle değişimi tabirini sevmese de) bir mahalleden başka bir mahalleye geçişi konusu vardı.
Bütün o zor günlerde ayakta kalmayı başarmışken, belli bir düşünceyi temsil etmeye çalışırken, Ak Parti başa geldikten sonra normalleşmeye başlayan o dönemde ne olmuştu da bir kopuş yaşanmıştı? Moderatör Zeynep Türkoğlu “Tabiri caizse, denizden geçtim derede boğuldum gibi bir durum var sanki. 2003’te ne oldu da Ahmet Hakan Kanal 7’den ayrıldı?” Diye sorarak bu sorunun cevabını arayanlara tercüman oldu.
Bu konuya dair samimi açıklamalar yapan Hakan, “Öncelikle o mahalleyi bıraktım, bu mahalleye geçtim diye bir durum asla söz konusu değil. Konunun o mahalleyi bırakıp bu mahalleye geçtin, dinini değiştirdin gibi bir tarafa çekilmesinden rahatsız oluyorum. Fakat kaçtı gibi bir eleştiriyi makul görebilirim.” dedi.
AK Parti’nin başa gelişiyle bir normalleşme sürecine girildiğini belirten Hakan, Kanal 7’nin AK Parti’ye yakınlaştığını, seçimden önceki o işlevini hala sürdürdüğünü fakat azaldığını belirtti. Seçimden önceki o zor süreçte sesini çıkartmaktan korkan muhafazakâr kanalların seslerinin yükselmeye başladığını, Doğan grubu Sabah gazetesi ve benzerlerinin hepsinin iktidardaki partiye yanaşmaya başladığını söyledi. “90’da bir Kanal 7 vardı ve herkes ona yüklenirdi.2000’lerde herkes değişti, medya normalleşti. Diğer medya grupları da AK Parti ile yakınlaşmaya başladı. Medya için AK Parti artık normal bir parti olmuştu. Ekstra bir mücadele alanı olmaktan çıkmıştı. Ben de 11- 12 yıl çalışmıştım Kanal 7’de ve artık o mücadele dönemi bitmişti. Böyle bir süreçte orda mı kalmalıydım, başka bir yere geçebilir miydim? Diye düşündüm. Uzun bir süre hem Sabah Gazetesi’nde yazdım hem de Kanal 7’ de çalıştım. 2003’te Kanal 7’den tamamen ayrılıp, Sabah’a geçtim. Kanal 7 ve Ahmet Hakan’a artık gerek kalmamıştı. Kanal 7 örselenen, baskıya uğranan bir kesimin temsilcisiydi ben de orda işlev görüyordum. Sonra bu kesim iktidar oldu ve mücadele bitti.”
“Ortalama gazeteci olmak için bu kopuş lazımdı.”
Kişisel olarak abartılı bir kopuş yaşadığını belirten Ahmet Hakan, ruh dünyasında ve sosyal hayatında böyle bir kopuş yaşanmadığını, fakat medyanın böyle gösterdiğini belirtti. Bu kopuşu kendisinin istediğini belirten Hakan bunun sebebini ise şöyle belirtiyor;“Eğer orada kalsaydım bir misyonum olmayacaktı. Sıfatınız sadece gazeteci olmuyor o zaman. Çünkü belli bir gruba bağlı olarak her kesime hitap eden bir gazeteci olmanız mümkün değil. Ortalama bir gazeteci olmak için bu kopuş lazımdı. Mesela gidip çok farklı bir adamla röportaj yapmak istiyorsunuz ama adam sizi sadece gazeteci olarak görmüyor, size başka misyonlar yüklüyor. Ben sıfatımın sadece gazeteci olmasını istiyordum. Ve bu kopuşu sağlamak için uğraştım.”
Programa dinleyici olarak katılan Sibel Eraslan, üst üste parti kapatmaların yaşandığı o dönemde Ahmet Hakan’ın bir özgüven temsilcisi olduğunu belirtirken, “Bu yüzden o kopuşun hayal kırıklığı büyük oldu.” dedi. Ahmet Hakan son olarak şarkı sözüne gönderme yaptığı “Yaşadım, bitti. Saygısızca…” sözleriyle bu kopuşu ifade ederek salondakileri gülümsetti.

30 Ocak 2013 Çarşamba

HOLLYWOOD'A DEMOKRASİ GELİR Mİ?


Hollywood filmleri İslamafobik temalarıyla her geçen gün Oscar’a aday olmaya devam ediyor.Yıllardır insanların kafasında Hollywood’un çizdiği bir Arap ve Müslüman imajı var. Dansöz Arap kadınlar, milyoner şeyhler, canlı bombalar, terörle bağlantılı sakallı adamlar… 
Fatma Şişli Dosdoğru Haber
30 Ocak 2013

Amerikan bayrağı, kurtarılmayı bekleyen Amerikalılar, sorunlu bir ülke, masum ve kurtarıcı ABD.
Hollywood filmleri İslamafobik temalarıyla her geçen gün Oscar’a aday olmaya devam ediyor. Altın Küre’de ödül alan Homeland, Zero Dark Thirty ve Argo ise en yeni İslamafobik yapımlar arasında.
Amerika’nın en büyük propaganda aracı Hollywood şimdi de Ben Affleck’in Argo adlı filmine Oscar vermeye hazırlanıyor. 1979 yılında İran İslam devrimi zamanında, Tahran’da esir alınan Amerikan konsolosluğundan kaçan 6 kişinin kurtarılma operasyonunun adı ‘Argo’. İzleyenler bilir, Amerikan hükümetinin yardım istediği insan kaçırma uzmanı Tony Mendez tarafından bir bilim kurgu filmi senaryosu uyduruluyor. Bu filmle 6 Amerikalı, kahraman Tony ( Ben Affleck) tarafından Tahran’dan kaçırılarak kurtarılıyor.
BÜYÜK KURTARICI ABD’NİN MESAJLARI
Film boyunca alt okumalar yapmaktan kendini geri alamıyor insan. Bu okumaları yaparken de filmin Oscar’a adaylığı konusu hiçte şaşırtıcı gelmiyor.
İranlıların ve İran’ın kötü olarak gösterildiği filmde bazı İranlıların Amerikan konsolosluğunda korku ve kaygı ile beklediklerini görüyoruz. Her zamanki gibi kendi yönetimlerinden memnun olmayan ve Amerika’nın güvenilir kollarına sığınmak isteyen birileri var karşımızda! İran halkı bile kendi hükümetinden memnun değil demek istiyor Argo. Tam bu sırada Amerikan konsolosluğundan bir Amerikalı dışarı çıkıp kendini feda ediyor ve devrimcilerin karşısına çıkıyor. Kahraman ve cesur Amerikalı kendisini azgın topluluğun kollarına bırakıyor.
İran devriminden hiç bir şekilde bahsetmeyen film olayları taraflı bir şekilde dillendiriyor. Bunun yanı sıra Amerikan bayrağının yakıldığı sahnede Amerikan milliyetçiliği ayyuka çıkartılıyor. İranlılar hakkında güzel hiç bir kelime sarf etmeyen filmde her zamanki gibi ABD mazlum, haklı ve kendi ülkesinden bıkmış ve rahatça yaşam sürmek isteyen İran halkının yanında. Demokrasiden yoksun her ülkeye, demokrasi nakli yapmayı kendine vazife edinen Amerika, Hollywood yapımı filmleriyle de bu fikri destekliyor.
Kendini aklamaya çalışan Amerika’nın senaryoya iliştirdiği diğer bir sahne ise, devrimciler konsolosluğu bastığı sırada konsolosluk yetkilisinin ‘ Kimseye ateş açmayacaksınız. Emin olun savaşı başlatan taraf siz olmak istemezsiniz.’ Diye bağırdığı sahne. Savaş ahlakı ve savaşı başlatan taraf olmama konusunda oldukça başarılı olan bir devletin barışçıl tavsiyeleri var karşımızda! Tüm bunlar herkesin bildiğini kendi vatandaşına inkar ettirme çabaları olsa gerek.
Nefret söylemiyle dolu bu film için Ben Affleck’in politize edilmesinden endişe ediyorum demesi ise kendisiyle çelişmek değilse nedir?
ELEŞTİRENLER BİR ELİN PARMAĞINI GEÇMİYOR
Ben Affleck’in Amerikancı filmi tabi ki Amerikalılardan tam destek almış durumda. Son derece kışkırtıcı bu film birçok eleştirmen ve izleyici tarafından ayakta alkışlanıyor. Birkaç yazar ve eleştirmen ise farklı bir pencereden bakabilmiş filme. Örneğin; The Guardian yazarı Rachel Shabi köşesinde, Hollywood’un ödüllü filmleri için Amerika’nın Ortadoğu politikasının bir yansıması olduğunu ve kendi kendilerine hizmet eden kaygan bir ahlaki zemini olduğunu dile getiriyor. Bu tarz yapımların Amerika’nın dış politikası hakkında söylenmesi zor olan doğrulardan bahsetmediğini ve bu yüzden liberal kesim için yeterli olmadığını söylüyor.
Yıllardır insanların kafasında Hollywood’un çizdiği bir Arap ve Müslüman imajı var. Dansöz Arap kadınlar, milyoner şeyhler, canlı bombalar, terörle bağlantılı sakallı adamlar… Bu imajın bozulmaması için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. Hollywood ‘un propaganda gücü Amerika’nın her zaman kurtarıcısı olmaya ve mesajlarını iletmeye devam edecek gibi görünüyor. Tüm dünyaya ‘demokrasi’ götüren Amerika, demokrasiyi bir tek Hollywood sinemasına götüremiyor. Son olarak, Hollywood bir Amerikan destanını daha arşivine eklemiş bulunuyor. Ne diyelim, God bless Hollywood!!!

26 Ocak 2013 Cumartesi

5 HİLALLİ İSLAMİ OTELLER


Her şey İslami standartlara uygun olsun diye dikkat edilirken gözden kaçırılan bir nokta var; her seferinde abartıya kaçıyoruz. Abartıya kaçmak ta İslami usule aykırı değil mi?

Fatma Şişli Dosdoğru Haber

26 Ocak 2013

Son yıllarda dünya çapında helal gıda pazarında hatırı sayılır bir hareketlilik söz konusu. Tüketicilerin aldıkları ürünlerde helal gıda sertifikası aramaları, bazı ülkelerin ithal gıdalarda bu belgeyi şart koymaları üzerine bu pazarlara göz diken firmalar, ürünlerine helal gıda sertifikası almaya yöneldi.
2011 yılının Temmuz ayında helal gıda sertifikası vermeye başlayan Türk Standartları Enstitüsü, bugüne kadar 63 firma için 117 adet helal sertifikası düzenledi. Dünya genelinde 50 ülkeden akreditasyonu bulunan Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme ve Sertifikalandırma Araştırmaları Derneği (GİMDES) ise 2009 yılında bu yana yaklaşık 300 firmaya helal sertifikası verdi.
Helal gıda pazarı sadece gıda sektörü için değil tekstil, kozmetik ve medikal ürün alanlarıyla da ilgileniyor. Helal gıda pazarının farklı bir versiyonu olarak adlandırabileceğimiz İslami oteller ise bu sektörün yeni faaliyet alanı.
YENİ TÜRKİYE’DE “HELAL” PAZAR: İSLAMİ OTELLER
80 milyonluk nüfusuyla Türkiye bu sektörde önemli bir yer tutuyor. Son 10 yılda dini hassasiyetleri olan Ak Parti’nin iktidara gelmesi muhafazakâr kesim için bazı avantajları da peşinde getirmişti. Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle beraber muhafazakâr kesim daha görünür hale geldi. Gündelik hayatları içerisinde inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışırken zorluk çekenler artık daha rahat. En basit haliyle bundan birkaç yıl önce bir alışveriş merkezine gittiğinizde namaz kılacak yer bulmanız zordu. Artık mescidi olmayan alışveriş merkezi yok denecek kadar az. Olmayanlar ise mescide karşı bile olsalar talepten ötürü mescit yapıp, moderniteye halel gelmesin diye adını ‘dua odası’ koyabiliyor.
Muhafazakâr kesimin görünür hale gelmesi ve taleplerinin artması ile birlikte işletmeler, tekstil firmaları, gıda sektörü ve daha birçokları bu kesime kulak vermeye başladı. Hizmetlerini yeniden gözden geçirip şekil değişikliğine gittiler.
İnancını yaşamak isteyen kesimler için İslami standartlara uygun hizmet sunulması Türkiye’de geç kalınmış, yerinde bir adım. Helal gıda sertifikası da bu geç kalınmışlıklardan biri idi. Peki 5 hilal neyin nesi? Normal otellerde kullanılan ‘yıldız’ standartları, İslami otelcilikte ‘hilal’ standartları olarak kullanılacak.
Muhafazakâr kesime hitap eden oteller artık 5 yıldız yerine 5 hilalle hizmet verecek.
Malezya’da ilki gerçekleşen ‘Uluslararası İslami Otelcilik Standartları Konferansı’nda Evrensel Hilal Standartları Merkezi Başkanı Prof. Dato İbrahim Hilal amblemiyle standartlaşan İslami ölçülere uygun otellerin kurulma amacının Müslümanların daha rahat dini vecibelerini yerine getirerek tatil yapabilmelerini sağlamak olduğunu söylüyor. İslami standartlardaki otellerde namaz vakitlerinin duyurulması, odalarda seccade ve Kur’an-ı Kerim bulunması, yiyecek ve içeceklerin helal olması gerektiğini belirtiyor.
ABARTIDAN VE İSRAFTAN KAÇINMAK GEREKMEZ Mİ?
Namaz vakitlerinin duyurulması, odalarda seccade ve Kuran’ı Kerim bulunması, yiyecek ve içeceklerin helal olacak olması güzel haberler. Fakat her şey İslami standartlara uygun olsun diye dikkat edilirken gözden kaçırılan bir nokta var; her seferinde abartıya kaçıyoruz. Abartıya kaçmak ta İslami usule aykırı değil mi?
Müslümanlar olarak modern dünyayı İslam ile birleştirmeye çalışırken yeni yollar buluyoruz. Fakat bir süre sonra işler İslami hassasiyet yolundan sapıyor. Rekabet ve sömürü öncelikli konuyu unutturuyor. Hassasiyetler yerini ticari ‘gerekliliklere’ bırakıyor.
İslami hassasiyete sahip müesseselerde israf etmeme mevzuunu da hatırdan çıkarmamak gerek. Bunun için de “Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” ayetini otelin girişine büyük fontlarla yazmak çözüm olur mu? Ne dersiniz?